‘ÖLÜLERİ GÖMÜN’ ÜZERİNDEN YAŞAYAN ÖLÜLERE MESAJLAR

İstanbul Devlet Tiyatroları’nın iki sezon önce Uluslararası Tiyatro Festivali için hazırlamış olduğu “Ölüleri Gömün” adlı oyun, yeni sezonda da seyirci ile buluşmaya devam ediyor. Gösterime girdiği ilk günden itibaren ilgi çeken oyun, savaşlar içersinde acı eken insanların, anlamsızca yaşanan ölümlerin sorgulandığı, ilginç bir oyun.
Amerikalı yazar Irwin Shaw’ın yazdığı savaş karşıtı bu anlamlı oyununda; savaş sırasında ölen ve ölmelerine rağmen gömülmeyi reddeden altı asker anlatılıyor. Cephede ölen ve mezara konulmak üzereyken birdenbire ayaklanarak gömülmeye itiraz eden altı asker, aileleri ile komutanlarının tüm ikna çabalarına hatta zorlamalarına hatta ve hatta tekrar öldürülme girişimlerine rağmen, savaşın sahtekârlığını, vahşiliğini tüm dünyaya anlatmak için gömülmeyi kabul etmiyor ve unutulmaya isyan ediyorlar. Çünkü onlar;
“…Üstlerine toprak örtülmeye başladığında kendilerini bir anlamda kıyılmış hissettiler ve ölü olsunlar ya da olmasınlar, buna dayanamadılar… Onlar şu anda canlı olmalıydılar. Nedir ki onlar –bir avuç çocuk? Çocuklar ölü olmamalıydılar. Üstlerine toprak atılmaya başladığında işte bunu fark etmiş olmalılar. Ölüp de ne boka yaradılar? Ellerine bir şey geçti mi? Kimse sordu mu onlara? Kurşun yağmaya başladığında orada olmayı kendileri mi istedi diye? Onlar yalnızca çocuk, ya da karıları ve küçük çocukları bulunan genç delikanlılar. Evde olmak isterlerdi, bir kitap okuyor olmak ya da çocuklarına k-e-d-i’nin kedi diye okunduğunu öğretiyor olmak, ya da rüzgârın esintisine açık bir arabada bir kadını kırlara götürüyor olmak… Ölü olsunlar ya da olmasınlar, toprak yüzlerine çarptığında bunu fark etmiş olmalılar.[1]
Shaw, oyun metninde, henüz yaşamını tamamlayamamış, yarım kalmışlıkların arasında sıkışıp kalmış olan bu askerlerin, her canlı gibi yaşama hakkı olduğunu, yukarıdaki gibi anlatıyor seyirciye…
Oyun, yanı başında savaşlar yaşayan, bu savaşlara açtığı üsler ile bir anlamda destek olan ülkemizde; birilerine, bazı şeyleri duyurabilmek adına anlamlıdır. Ve aslında sahnelenmesi açısından da tam zamanıdır…
‘Gerçekten savaşsız bir dünya istiyor muyuz?’ sorusuna cevaplar aradığımız oyunda, savaşın vahşi yüzünü ve insanın giderek nasıl da değersizleştiğini görebiliyoruz. Oturduğumuz koltuklarda, çevremizde gerçekleşen savaşları, vahşeti, insan kıyımlarını, bizim başımıza gelmediği için şükrederek, televizyon ve gazetelerden nasıl takip ettiysek, İstanbul Devlet Tiyatroları’nın Cevahir sahnesinde de aynı hislerle izliyoruz oyunu. Şükrediyoruz, çünkü savaş içersinde değiliz. Belki de az önce alış veriş yaptık. Ya da yemek yedik. Ya da amacımız iyi bir hafta sonu geçirmekti. Bunu yaparken de sadece isminden haberdar olduğumuz bu oyunu izlemek istedik. İzledik. Peki ya sonra? Oyundan çıktığımızda yaşayacağımız hesaplaşma sadece otobüse ulaşana kadar olacak. Trafik, şehrin hengamesi, günlük kaygılar hepsi unutturacak aslında savaşın ne olduğunu. Veya her şey güzel giderken patlayan bir bombanın saçtığı vahşet ile hatırlayacağız tekrar vahşeti, savaşı, acı çekmeyi. O ana kadar her değer anlamını yitirmeye devam edecek. Her şeyin içi boşaltılacak. Ve her şey alay konusu olmaya, üzerinden bayağı komediler çıkarmaya mahkum edilecek. Hepimiz kendimize yabancılaşmaya ve böyle yabancılaşarak oyunları izlemeye devam edeceğiz.
Kapitalizmin insan üzerindeki sömürüsünün, oligarşi üzerinden anlatıldığı çarpıcı bir oyun olan ‘Ölüleri Gömün’, yaşayan ölüleri diriltmek adına, anlamlı mesajlar veriyor seyirciye. Ancak, bunu yaparken oligarşinin demir kazıklı engellerine takıldığı her halinden belli oluyor. Oyun içersindeki mesajlar, kısmen budanarak, üstü kapalı bir biçimde seyirciye aktarılmış… Ancak bu, oyunun çarpıcı diyaloglarının, salon içersinde çınlamasının önüne geçemeyecek ölçüde. Çünkü zaten oyun metni, hemen hemen her kelimesi altı çizilerek okunması gereken bir güçte… Örneğin daha ilk sahnede savaşın aslında kimler için yapıldığı, ironik ve çarpıcı bir biçimde veriliyor… Askerler; mezar kazamadıkları zamanlarda, bitlerini ayırdıklarını söylediklerinde ve ordudaki bit miktarının sayıca arttığından şikâyet ettiklerinde, Birinci Asker şu sözler ile durumu özetliyor: “Savaş onlar için çıkarılıyor zaten -bitler için. Birilerinin onları beslemesi gerekiyor.” Yine aynı askerin sıçanları öldürmeyi, düşman belletilen insanları öldürmekten daha zevkli bulduğunu söylemesi, oyun içersindeki ilginç cümlelerden biri bence. İnsanın kafasında ister istemez şöyle bir düşünce beliriyor: Gerçekte düşman olan kim? Peki gerçekte sıçan olan kim? Öyle ki bu sıçan; tam bir safkan… Birleşik Devletlerin son yirmi yılda yetiştirdiği en seçme gençleriyle beslenen asalak bir kemirici…
Şu sıçanın ağır, güçlü omuzlarına bak, yapılı bedenine, yuvarlak göbeğine bak. Banka memurları, makine mühendisleri, toplum önderleri, çiftçiler…[2]
Ölü askerlerin, yaşayan diğer askerleri uyarmak ve kendilerine sunulan bu savaş oyununun gerçek yüzünü gösterebilmek adına yaptıkları, aşağıda geçen diyaloğun, küçük bir bölümü bile, oyunun vurucu gücünü göstermeye yetecek özellikte…
ÜÇÜNCÜ CESET:    Altı ölmüş insandan korkuyor musunuz? Siz ki ölülerle yan yana yaşadınız, nice ölülerle, acıktığınızda ve onları gömecek vaktiniz olmadığında ekmeğinizi onların yanında yediniz?
İKİNCİ CESET:         Biz sizden farklı mıyız? Yüreklerimizde beş-on gramlık birer kurşun var, sizinkilerde yok. Aramızdaki fark çok küçük…
ÜÇÜNCÜ CESET:    Yarın ya da öbür gün, o kurşun sizlerde de olacak. Bizimle eşitimiz gibi konuşun.[3]
Yazar, gömülmeyi reddeden askerlerden birinin vasıtasıyla, neden mücadele edilmesi gerektiğini şu sözler ile anlatıyor seyirciye;
Mücadele asla bitmez. Şu an insanlara söyleyecek şeylerim var –büyük makineleri çalıştıran insanlara, kürek kullanan insanlara, bebekleri karnı şişerek kemikleri çürüyerek ölen insanlara. Kendi hayatlarını geride bırakarak, tüfeği kapıp, başkasının savaşını savaşmaya giden insanlara söyleyecek şeylerim var. Önemli şeyler. Büyük şeyler. Sırf onları söyleyecek sesim olduğu için, beni mezardan kaldırmaya ve tekrar yeryüzüne, insanların arasına katmaya yetecek kadar büyük şeyler. Eğer Tanrı İsa’yı kaldırabilseydi...[4]
Bu çarpıcı sözcükler, yaşadığını sanan ancak etrafında yaşanan her türlü olaya kayıtsız kalmayı becerebilen, bugünün bencil ve bilinçsiz insanını ayağa kaldırmak adına, belki yeterli olabilir. Umarım olur...
Coşkun Büktel tarafından 1998 yılında Türkçeye çevrilen oyun, çevrilir çevrilmez Özdemir Nutku başkanlığındaki Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu kararıyla DT repertuarına alınmış ve tiyatro klasiği olarak kabul edilmiş. Bu sezonda da İstanbul Devlet Tiyatrolarında seyirci ile buluşan oyunun yönetmenliğini Şakir Gürzumar yapmış. Dekor tasarımı, Behlüldane Tor’a, giysi tasarımı; Nalan Alaylı’ya ve ışık tasarımı; Yakup Çartık’a ait olan oyunun dramaturjisi ise Selen Korad Birkiye tarafından yapılmış.
Yazarın 1923 yılında yazdığı bilinen oyun, ilk olarak 1936 yılında Amerika’da bir sendika tiyatrosunda sahnelenmiş. Konusu ve işlenişi açısından cesur ve kışkırtıcı bir oyun olan “Ölüleri Gömün”, gerçekçi ve çarpıcı diyaloglar ile beslenmiş, düşündürücü bir oyun. Devlet Tiyatrolarında aşırıya kaçmayan bir abartılılıkla sahnelenen oyun, dekoru ve ışık tasarımı ile göz dolduruyor. Oyunu geçen sezon DT’nin cevahir sahnesinde izleme fırsatı buldum. Maalesef oyundaki yeters,z oyunculuklar izleyicide hayal kırıklığı yaratıyor. Hâlbuki oyuncular ağızlarından dökülen sözcüklerin gerçekten farkına varabilseler, belki de izleyici de fark yaratmayı başarabilirler. Bunun yanında oyunun başından sonuna kadar, oyunu izlemekten öte, ağırlıklı olarak metni dinlediğimi üzülerek belirtmeliyim. Gönül isterdi ki metnin yanında oyunculukların başarısı karşında da hayranlığımı gizleyemeyeyim. Özellikle çavuş rolünde izlediğimiz Ömer Hüsnü Turat’ın, çoğunlukla abartıya kaçan oyunculuğu seyirciyi yoruyor. Fakat bunun yanında Civan Canova’nın yılların deneyimiyle aktardığı başarılı, doğal oyunculuğu, gerçekten takdir edilmeli. Televizyon dünyasından da biliniyor olması, oyuncular için bazen dezavantaj yaratır. Seyirci, oyuncuyu nasıl tanıdıysa, her yerde tanıdığı biçimde izler. Ancak Civan Canova için böyle bir şey hiç hissetmedim. Aksine sahnede izlediğim; Shaw’ın yazdığı karakterlerden birinin, başarılı bir biçimde sahneye aktarılış örneğiydi. Bununla beraber yine televizyon dünyasından izleyicinin bildiği bir isim olan Musa Uzunlar, deneyimini sahneye aktarmış. Fakat performansının belki de yüzde onu bile olmayan oyunculuğu, akıllarda neden daha iyisi olmasın ki sorularının oluşmasının da önüne geçememiş.
Oyun - öyle sanıyorum ki aldığı eleştiriler karşında devamlı olarak tazelenen - rejisi ile etkileyiciydi. Çünkü herkes oyun içersinde abartılı duraksamaların olmasından şikayet etmişti. Oyunu bu ön yargıyla izlediğimeme rağmen, böyle bir şeyle hiç karşılaşmadım. Ne daha önceki seyirci yakınmalarından duyduğum sis dumanında boğuldum, ne de oyun akmıyor diye yakındım. Aksine oyun, akıcı bir oyundu. Hatta oyunun bazı sahnelerindeki dekor, ışık ve müzik gibi tonlayıcı unsurların uyumuna hayran bile kaldım. Oyunun başından beri ölü askerlerin mezarı olarak izlediğim ve oyunun sonunda havaya kaldırılan haç sembolünü, en başından beri fark etmemiş olmama da şaşırdım. Fakat şunu da belirtmeliyim, kapitalist sistemin temel ayaklarından biri olan, dinsel politikaların siyasete yansımasını, illa ki abartılı bir haç işareti ile seyircinin gözüne sokmaya gerek yoktu. Zaten oyun karakterleri, her bir sınıf ve zümreyi temsil eder nitelikte yazılmış karakterlerdi. Yine oyun içersinde izlediğimiz değişik dinlere ait din adamlarının; Papaz ve Haham’ın, savaş ve askerler için düşündükleri, oyunun vermek istediği mesajı net bir biçimde iletiyor izleyiciye. Özellikle askerlerin duası için beklenen Rahip’in bir türlü gelmeyişi ve askerlerden birinin “Rahip yemek yerken tanrı ne yapar?” şeklindeki sorusu oldukça düşündürücü…
Tüm bunların yanında, savaşın acılarıyla kıvranan insanların, savaşsız yaşamayı istedikleri fakat silah tüccarları, zalim iktidarlar ve vahşi sistemlerin savaş yanlısı olduğu ve de savaş kaynağı olduğu bir dünyada, en azından savaş karşıtı bir oyun izleyebiliyor olmak, hala umut verici.
Oyunun, asker yakınlarının, ölü askerleri gömülmeye razı etmekle görevlendirildiği bölümünde, son kadın karakterin sözcükleri, aslında öldükten sonra değil, yaşarken, savaşın anlamsızlığına karşı çıkılması gerektiğini vurguluyor. Martha, ölmeyi ve gömülmeyi reddeden kocası Webster’e şu sözler ile sesleniyor:
Öyleyse neden bu kadar geç kaldın? Neden şimdi? Neden bir ay önce, bir yıl önce, on yıl önce değil? Neden o zamanlar ayağa kalkamadın? Niye ölene dek bekledin? Haftada on sekiz-elliyle, hamamböcekleriyle, tek kelime söylemeden yaşıyor ve sonra seni öldürdükleri zaman ayağa kalkıyorsun! Seni ahmak!... Tam senin tarzın! İş işten geçinceye kadar beklemek… Canlı insanların ayağa kalkması için pek çok neden var! Pekâlâ, ayağa kalk! Artık bir cevap vermenin zamanı geldi. Senin gibi yoksul, sefil, on sekiz-ellilik piçlerin kendileri, karıları ve sahip olamadıkları çocukları için cevap vermesinin zamanı geldi. Söyle hepsine ayağa kalksınlar! Söyle onlara! Söyle onlara![5]
Yoksulluğun beraberinde getirdiği mecburiyet ve çaresizlik ne kadar da evrensel ve aslında ne kadar da tanıdık bir duygu değil mi? Webster gibi öldükten sonra gerçeklerin farkına varmak ile yaşayan bir ölü olmak arasında ne kadar fark var? Aslında hiç!
 İnsanlar, yaşadıkları döneme, çevrelerinde gerçekleşen olaylara seyirci kalmamalılar. Çünkü bir gün, kendi başlarına gelmediği için şükrettikleri bu oyunun, trajik sona uğrayan baş karakteri olabilirler.  İşte bu nedenle; oyunun metninde de yer aldığı gibi, dünya üzerinde yaşanan savaşlara uzaktan bakmayı tercih edip sessiz kalmak, neden savaştığını bilmeden yollara dökülmek, kayıtsız şartsız emirlere uymak ve sorgulamamak ve iş işten geçtikten sonra çabalamak yerine, iş işten geçmeden bir şeyler yapabilmek gerekir. Seyirci tiyatro sahnesinde yaratılan her dünyayı sadece eğlenmek için değil, bilinçlenmek ve kendi gerçeği ile yüzleşebilmek adına da izlemelidir. Teknolojinin nimetleri ile övünürken, teknolojinin vahşi yüzünün neler yapabildiğini de görebilmek, üzerlerimizdeki ölü toprağını atıp, insan kıyımına dur diyebilmek gerekir.
‘Ölüleri Gömün’ insanlığın büyük trajedisi olan savaşı, anti-militarist bir tavırla ele aldığı için konusu bakımından güncel, etkileyici ve güzel bir oyun. Irwin Shaw’ın bu etkileyici oyunu, taşıdığı mesaj ve vurucu diyaloglarıyla görülmesi gereken oyunlardan biri. Açıkçası vasat denebilecek bir sürü işin arasında, seyirci üzerinde bilinç uyandırabilecek herhangi bir oyun için, daha başka bir özellik taşımasını arayamıyorum…
Son olarak söyleyebileceğim; eğer kendiyle hesaplaşma yaşayan bir tek ölüler ise, o vakit, ölüleri gömmeyin!

Elif SOLAK

Bu yazı ilk olarak Yeni Tiyatro Dergisi’nde yayımlanmıştır.


[1] Irwin Shaw – Ölüleri Gömün
[2] Irwin Shaw – Ölüleri Gömün
[3] Irwin Shaw – Ölüleri Gömün
[4] A.g.e
[5] Irwin Shaw – Ölüleri Gömün

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Unutulmaz Film Karakterleri | Cilalı İbo

Unutulmaz Film Karakterleri | Turist Ömer

Düşündüğünüz her şeyin gerçek olma ihtimali.